Sayfalar

28 Aralık 2016 Çarşamba

DİZİ FİLMLERİN ATASI HACE-İ EVVEL AHMET MİTHAT EFENDİ...

Sanat toplum içindir" felsefesiyle  okuma zevki aşılamak ve halkı eğitmek gayesiyle sade bir dille yazmış olması nedeniyle Türk aydını Ahmet Mithat Efendi'nin edebiyatımızdaki yeri lise yıllarımdan başlayarak benim için daima başka olmuştur.

Bugün ölümünün 104. yıldönümü olan (28 Aralık 1912) Ahmet Mithat Efendi Türk  romanının ve hikayeciliğinin babası olarak kabul edilir.
1844 yılında İstanbul’un Tophane semtinde dünyaya geldi. Babası Mısırçarşısı esnaflarından Bezci Süleyman Ağa, annesi bekar çamaşırı diken Nefise Hanım idi.
Hem hikaye, roman, tiyatro gibi edebiyat türlerinde hem de gazetecilikten felsefeye, iş adamlığından hokkabazlığa kadar her konuda kalem oynatan Ahmet Mithat Efendi'ye birçok lakap takılmıştır.

Gazetecilerin “Efendi Babamız” diye yücelttikleri ve kendi döneminde 'Hace-i evvel' bir anlamıyla 'ilk öğretmen' diğer anlamıyla da 'Milletin bilimsel ve fikri ilerlemesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir dil ile yayan kişi Ahmet Mithat Efendi'den başkası değildir...

Ölümüne dek iki yüzden fazla eser yayımlayan Ahmet Mithat, Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarıdır dersek yanlış olmayacaktır.

En büyük arzusu kitap okuyan bir toplum yaratmak olan Ahmet Mithat Efendi halkın dertlerine tercüman olmak, onlara yenilikleri öğretmek kaygısıyla çok sayıda eser verdi. Bu eserleri kendi baskı makinesinde bastığı için, “kırk beygir gücünde yazı makinesi” olarak da anılır.

Eserlerinde Avrupa’nın bilim, sanayi ve çalışkanlığını överken Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerinin korunması gerektiğini vurguladı. Genç yazarlara destek verdi, dilde sadeleşmeyi savundu, devlete ve dine itaatsizliği, tembelliği, müsrifliği, özentiliği eleştirdi. Ahmet Mithat Efendi'ye aynı zamanda 'yazı makinası', 'matbaa makinası' denmiştir.

Ahmet Mithat Efendi, edebiyatımıza 200'den fazla roman kazandırdı.
Ahmet Mithat Efendi Önemli İlkleri
Esaret adlı eserinde kölelik konusu ilk defa ele alınmıştır.
Tanzimat kuşağı içerisinde "materyalizm" konusunu detaylıca ele alan ilk yazardır. Dağarcık adlı dergide çıkan yazılarında bu konuyu da işlemiştir.
Esrar-ı Cinayat adlı eseri Türk edebiyatındaki ilk polisiye roman örneğidir.
Hasan Mellah, Hüseyin Fellah adlı eserleri Tanzimat dönemindeki ilk macera romanlarıdır.

Ahmet Mithat Efendi, gazetecilik tarihimizin en uzun ömürlü gazetelerinden biri olan Tercümân-ı Hakîkat’ı çıkarmıştır.

Kızı Mediha ile evlendirdiği dönemin ünlü edebiyatçısı Muallim Naci, kayınpederi Ahmet Mithat ile çıkardığı Tercüman-ı Hakikat'in edebiyat sayfasını yönetmiştir. Gelin görün ki, eski edebiyat alışkanlıklarını savunan damadı ile görüş ayrılığına düştüğü için 2 yıl sonra onu gazeteden kovmakta tereddüt etmez.

Ahmet Mithat Efendi, gazetede dizi halinde yayınladığı romanlar büyük bir zevkle okunurdu. O bu tür yazılarıyla günümüzün bir anlamda dizi filmleri gibi kendine has tiryaki bir okur kitlesi yaratmıştı.

Ahmet Mithat Efendi'nin Fıtnat Hanım'a yazdığı dillere destan bir mektubu vardır. Fitnat Hanım'a bohçacı aracılığıyla mektup yollayan Ahmet Mithat, ona 'Ihlamur'da buluşalım' der... Mektubu okuyan Fıtnat Hanım, cevabi yazısında 'Neden Ihlamur'da?' diye sorar. Ahmet Mithat Efendi de, 'Ihlamur'un başındaki 'Ih'ı çıkartıp, 'Lamur (Lamour) Fransızca'da aşk anlamına gelir' diye yanıt verir...

Ahmet Mithat Efendi sadece edebiyatla ilgili değildi. O aynı zamanda Türkiye futbol tarihinde önemli bir yere sahip olan siyah-beyazlı kulübün kurucusudur. Beykoz Spor Kulübü'nün tohumlarının atılmasında Beykoz'la özdeşleşen Ahmet Mithat Efendi'nin önemli bir payı vardır.  1908 yılında Beykoz Kulübü resmen kurulmuştur.

Yalısına yerleştikten sonra aktüel yazı hayatını bırakarak, tiyatro ve edebiyata kendini veren Ahmet Mithat Efendi, 1880 yılında Beykoz'da bir çiftlik satın almıştır. Ona ait araziden kaynayan suya “Sırmakeş” adını verir ve şişeleyerek içme suyu satışı başlatır.

28 Aralık 1912 tarihinde fahri olarak öğretmenlik yaptığı Darüşşafaka’da nöbetçi olduğu bir sırada kalbi duran Ahmet Mithat 68 yaşında hayata veda eder.

Talebeleri Ahmet Mithat Efendi'yi o kadar sevmişlerdir ki, cenazesine sahip çıkar ve 'Bırakın biz defnederiz' derler.

Naaşı padişah iradesiyle Fatih Camii Mezarlığı’na öğrencileri tarafından toprağa verilir.


ALLAH RAHMET EYLESİN...

23 Aralık 2016 Cuma

İNANDILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER...

Eğer yolunuz bir gün Menemen'e düşerse mutlaka Yıldıztepe'ye çıkınız. Orada göreceğiniz bir yüce anıtın üzerinde  şu deyişi okuyacaksınız: "İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz." 

Atatürk Devrimleri , vatan sevgisi ve bütünlüğü yolunda yalnız başına, kuvvet hesabı yapmayan bir idealist vatanseverlik vicdanı ve  millet yolunda canını fedaya hazır olan geleneksel Türk yaradılışının müstesna yüreğidir şehit olanlar adına KUBİLAY OLAYI...

15 temmuzda hain kalkışmayı gerçekleştiren uzantıların kökleri olan şeriat isteyen gerici yobazlar 23 Aralık 1930 günü askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay ile  yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'yi Menemen'de katletmişlerdi. 

Vatani görevim sırasında anıtlarının bulunduğu Menemen Yıldıztepe'de nöbet tuttuğum Devrim şehitlerimizi katledilişlerinin 88. yılında rahmet ve minnetle anıyorum. Mekanları Cennet makamları ali olsun... 

Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin 1925'deki Şeyh Said İsyanından sonra tanık olduğu önemli olaylardan biri olan "Kubilay Olayı" günümüzde  iğrenç karanlığı yaşamın her alanına yeniden çökmekte olan yobazığı irdelemek adına da çok mühim... 

Genel anlatıma göre şu seyri izlediği görülmektedir:
Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen, Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi, 23 Aralık 1930'da sabah namazından sonra camiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar. 

Elebaşılar arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan vardır. Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini "Mehdi" olarak tanıtır ve dini korumaya geldiklerini söyler, Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu yayan yobazlar öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini duyururlar. 

Camideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya takıp Menemen şehir meydanına dikerler. Bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye, zikretmeye ve "Şapka giyen kafirdir! Yakında yine şeriata dönülecektir" diyerek bir isyan hareketi başlatmak isterler.

Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulmasıyla, bir bilgiye göre; alay komutanı, yedeksubay Kubilay'ı olay yerine gönderir.

Kubilay bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine gelir. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına mürtecilerin arasına girip teslim olmalarını ister. Onlardan biri ateş ederek Kubilay’ı yaralar. Karşıdan bunu gören askerler ateş açarlar lakin tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. 

Derviş Mehmet "bana kurşun işlemiyor” diyerek halkı kandırmaya çalışır.

Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığınırsa  da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşi sıra gelirler. Derviş Mehmet, çantasından çıkardığı  testere ağızlı bağ bıçağıyla yaralı Asteğmen Kubilay'ın başını keser.

Kesik başı yeşil bayrağın sopasına dikmeye çalışırlar ancak  başaramazlar. Birisi ip getirir ve Kubilay'ın başı yeşil bayrağın dikili olduğu sopaya iple bağlanır. 

Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaralar. Ancak açılan ateş sonucu o ve arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki öldürülür..


Bu aşamada askeri birlik yetişir. Komutan "Teslim olun!" diye bağırır. Ancak olay çatışmaya dönüşür ve askeri birlik ateş eder. Göstericilerden Derviş Mehmet de dahil bazıları ölürken, bazıları kaçar. Daha sonra hepsi birden yakalanırlar.

Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti tepkilidir. 27 Aralık 1930 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında bu konuda bir toplantı yapılır. Mustafa Kemal Paşa, "Kubilay Olayı"na çok kızmıştır. Daha birkaç yıl önce Yunan İşgalinin acısını tatmış bir muhitte bu olayın meydana gelmesi üzerine, bazı kaynaklara göre, ilçenin haritadan silinmesini emretse de ertesi günü, "Böyle emirler verirsem, uygulamayın, sonra bir daha sorun", der. 

28 Aralık 1930'da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, "Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise" olduğunu belirtir.

31 Aralık 1930 günü Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931’den itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilan edilir ve 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulur.

7 Ocak 1931'de bu kez İzmir'de yine Mustafa Kemal Paşa başkanlığında ikinci bir toplantı yapılır Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık 15 Ocak 1931'den itibaren Divanı Harp’te yargılanmaya başlanır.

General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp Mahkemesinde 24 Ocak 1931 günü iddianame okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idama mahkûm edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmeder ve karar Meclis’in onayına sunulur. İdam hükümlülerinin 6'sının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları ağır hapse çevrilir.TBMM Adalet Divanı ayrıca iki idamlığın cezasını 2 yıl hapse çevirir.

Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idam edilir. Bazıları Kubilay'ın başının kesildiği yerde asılır.Mahkumlardan biri idam sehpasının önünden kaçar ancak İki hafta sonra yakalanır ve ertesi gün idam edilir.

Olayın hemen ardından Menemen'de devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikilir. Anıtın üzerinde şöyle yazmaktadır:
"İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz."






21 Aralık 2016 Çarşamba

"BİZ BU TARİHİN SEYİRCİSİ DEĞİL, BEKÇİSİYİZ."

Hastalandığımızda veya hastamız olduğunda en çok istenen şey bir an önce şifa bulmaktır.  Bunun için de elbette  en başta  iyi yetişmiş, güvenilir bir hekime ulaşmak isteriz. 

Ama  onun bu vasıflarda nasıl yetişmiş olabileceği, nasıl yetişeceği hususu  belki de aklımıza hiç gelmez, getirilmez. 

Çünkü o haftasonu oynanan futbol  maçında topun çizgiyi geçip geçmediği  atışması, evlendirme programlarında falanca hatunun filancayla kırıştırması, katılanların gladyatörler gibi çarpıştırılıp aşağılandığı  yarışma programları, silahın ve şiddetin özendirildiği diziler, nöbetçi kişilerin biat ettiği kişileri yalayıp yuttuğu siyaset tartışmaları  gibi insanların bugününü ve geleceğini ilgilendiren çok daha ciddi meseleler topluma yazılı ve görsel medya tarafından adeta şerbet niyetine içirilmekte!.. 

Bu yöntemlerle hemen her konuda erozyona uğranılmış olunmasına ve kayıp ile yozlaşmanın hala devam etmesine  rağmen çok şükür ki ülkemizde hala 14 Mayıs 1947'de  Tıbbiyeliler Bayramında, "Biz bu tarihin seyircisi değil, bekçisiyiz" demiş  o dönem İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Senatörü  Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan'ın düşüncesinde olan ve geleceğe dönük aydınlık hamleler yapan kurum ve kuruluşlar ile çok değerli üyeleri var. 

Cerrahpaşa Tıp fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. ERTUĞRUL GÖKSOY'un Başkanlığını yaptığı TÜRKİYE TIP AKADEMİSİ'NİN, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi ile 20 ARALIK 2016 günü TIP FAKÜLTESİNDE EĞİTİMİN DİLİ konulu toplantısında iyi bir hekimin yetişmesi açısından  değerli katılımcılar tarafından dilin önemi  değerlendirildi. Açılış konuşmasını da Prof. Dr. Ertuğrul Göksoy'un yaptığı panel ilgiyle izlendi. 

Ben bu konudaki şahsi görüşümü üniversitelerimizde eğitimlerin Türkçe yapılması lakin isteyen öğrencilere   yabancı dillerin ciddi şekilde öğretilmesi şeklinde özetleyebilirim.  

Dil meselesine geniş açıdan baktığımda  ise tablo  bugün neredeyse ana sınıfı seviyesine inmiş bir yabancı dil özentisi  ve zaten 12 Eylül 1980 İhtilali'nden sonra Türkçe'yi doğru dürüst konuşup  yazamayan nesillere sebep olmuş eğitim sistemiyle Türkçe'nin katledildiği  acı bir gerçek görülmekte.

14 Aralık 2016 Çarşamba

PUŞTLARIN BOMBALARI VE...

Sırtı Maçka Parkı'nın da bulunduğu Dolmabahçe vadisine  dönük CRR Konser Salonu'nunda. 10 Aralık Cumartesi aksamı MOTİF Vakfı  Halk Bilimi Ödüllerini verirken sevgili Mehmet Emin Mancı ve Mahmut Mancı kardeslerin  misafirleri olarak programı  coşkuyla izliyorduk...

"İstanbul'da Urfalı Olmak" grubunda Urfa için gönul birliği ettiğimiz sevgili dost, arkadaş ve hemşehrilerimizden  Urfa'dan bu gece için gelen Ömer Behram, Osman Taplamacı, Mehmet Orak; Ankara'dan gelen Bilge Taplamacı;İstanbul'dan katılan Adalet Erşanlı, Fahriye Okumuş, Filiz Keleş, Nazan Odabaşı, Songül Okumuş, Şebnem Özbay, Yasar Bayboğa Yüksektepe, Adil Akyurt, Adnan Şansal, İsmail Güner, Mahmut Çap,Nuri Aslan,Teoman Yavuz, Yasar Duru ve  zikredemediğim için haklarını helal etsinler değerli onlarca  isim..

Ayakta alkışlanan Aşıķ Sefai ödülünü almış Saat 22.30 gibi sahnede Karadeniz yöresinin çılgın oyunları icra edilirken  aradan istifade antreye çıktığımda o iki hain bombanın sesi  CRR Salununun ses geçirmez duvarlarını, ses geçirmez camlarını aşıp kulağımda  patladı sanki.

Tüm  yurtta olduğu gibi salonda bulunan herkes için endişeli bir bekleyiş başladı anında.

Yanıbaşımızdaki bu patlamalardan yürekleri yakacak bir sonucun çıkmamasıydı hepimizin dileği..

Lakin ambulansların siren seslerinin saatlerce birbirine karıştığı gecede haberlerine yasak konulan acı tablo gün ağarırken ülkeyi bir kez daha yasa boğdu bilindiği gibi.

Bu kalleş ve vahşi saldırıda satırları yazdığım an itibariyle  hayatını kaybeden insan sayımız maalesef 44'e ulaşmış durumda .Allah mekanlarını cennet makamlarını ali eylesin, yaralılara şifa versin inşallah.

Bela okumayı sevmem ama analara, babalara, eşlere, çocuklara tüm ülkeye bu acıyı yaşatan bütün puştların Allah belasını versin. Bir kez daha lanet olsun hepsine. 

Şehitlerin kanları henüz yerde ve cenazeler kaldırılmamışken  bu acıdan bile siyasi rant elde etmeye calışanları da Allah bildiği gibi etsin.


Anlayamadığım bir husus ise Pazar akşamı İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün  kapısının tam önünde park etmiş bir araçtan hamasi  sözlü   şarkıların   bangır bangır çalınması ve buna izin verilmiş olması... Bizim bildiğimiz şehitlerin arkasından dualar okunur, Kuran-ı Kerim okunur... Müzik çalınmaz, hangi niyetle yapılıyorsa yapılsın bunu yapanlara asla izin verilmez...

17 Ekim 2016 Pazartesi

BAKMAYIN KARABURUN DENİLDİĞİNE...

İstanbul'un, Avrupa yakasında Karadeniz'i koklar gibi uzanmış çıkıntısından mı buraya Karaburun denmiş bilmem ama adını verenler kesinlikle haksızlık etmişler bu gözlerden ırak kalmış güzele. Bilenler elbette cazibesini doyunca yaşıyorlar ama bilmeyenler tez zamanda gidip bir merhaba demeliler; gözleri cennet yeşili, saçları altın sarısı, teni sedef parlağı ve kokusu masmavi olan bu muhteşem güzelliğe. Dün Cumartesi'ydi, mübarek ramazan ayının 18. günü ve hava çok sıcaktı. Ve ben çok akıllılık ettim, ruhumu ve bedenimi; etekleri püfür püfür, saçları dalga dalga uçuşan Karaburun'un rüzgarında serinlettim.
26 Haziran 2016









22 Haziran 2016 Çarşamba

ŞİKAYETNAME...

"Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler." 
 
Yukarıdaki cümle 16. yüzyılın büyük Divan şairi Fuzuli'nin kâfiyeli nesir tarzındaki  Şikayetname adlı eserinin en bilindik kısmıdır.
Fuzuli bir beyitinde:
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabâdan gayrı”
yani " Evimin kapısından içeri sadece sabah rüzgarı girmektedir" diyecek kadar da çileli geçen ömrüne yalnızlık, yoksuzluk, kimsesizlik  kader olmuştur.

Ana dili Türkçe dışında Arapçaya ve Farsçaya o derece hakimdi ki üç dilde de divan sahibiydi… Her üç dilde de yazdığı güzel şiirler  o devirde onun geçim sıkıntısını aşmasına yetmiyordu.

Kanuni Sultan Süleyman 1534 yılında Bağdat'ı fethettikten sonra Fuzûlî padişaha ve onun maiyetindekilere kasideler sundu ve onların iltifatına mazhar oldu.

Padişaha şairin kimsesizliği, yoksulluğu anlatıldı.  O da  şaire, yörenin vakıf gelirlerinin ihtiyaç fazlasından ödenmek üzere günlük 9 akçe tutarında bir maaş bağlattı.

Padişah İstanbul’a döndükten sonra ‘Vakıf gelirleri ihtiyacı anca karşılıyor’ diyen devrin rüşvetçi memurları, Fuzuli’ye bu parayı ödememek için bahaneler ileri sürüp usulunca(!) rüşvet istediler.

Fuzuli, günden güne daha da fakirleşti ve Hille’ye, Kerbela bölgesine göçtü, Hz. Hüseyin Türbesi’nin bekçiliğini yaparak geçinmeye çalıştı.

Lakin, yine de cihan padişahının bu olaydan haberdar olmasını istedi. Kanunî`nin fermanlarına tuğra yapan Nişancıbaşı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye bir mektup yazdı. Bu mektup Türk Edebiyatı'ndaki en önemli mektuplar arasındaki yerini aldı.

Özellikle mektubun başındaki “Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar” ibaresi devlet dairelerindeki bozulmayı en veciz bir şekilde anlatması bakımından yıllar yılı söylendiği gibi maalesef günümüzde de geçerliliğini korumakta.

İşte ünlü Şikayetname’nin metni:

Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.

Dedim: - Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?
Dediler: - Bizim adetimiz böyledir.

Dedim: - Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.
Dediler: - Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.


Dedim: - Beratımın gereği niçin yerine gelmez?
Dediler: - Zevaittir, husulü mümkün olmaz.

Dedim: - Böyle evkaf zevaidsiz olur mu?
Dediler: - Asitanenin masraflarından artarsa bizden kalır mı?

Dedim: - Vakıf malın dilediği gibi kullanmak vebaldir.
Dediler: - Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.


Dedim: - Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur.
Dediler: - Bu hesap, kıyamette sorulur.

Dedim: - Dünyada dahi hesap olur, haberin işitmişiz.
Dediler: - Ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı etmişiz.

Gördüm ki soruma cevaptan başka nesne vermezler ve bu izin belgesi ile isteğimi gidermeye layık görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim; karamsar ve kırgın, yalnızlık köşeme çekildim.

11 Haziran 2016 Cumartesi

"ALİ, ALİ...”

O bir ödül dövüşçüsü ya da dünya şampiyonu değil, O bir efsaneydi...

Geçen hafta 74 yaşında hayatını kaybeden Boks efsanesi Muhammed Ali dün Louisville kentinde on binlerce hayranının katıldığı törenle defnedildi.

Mekanı cennet makamı ali olsun...

Ve işte o yiğit yürekten, ezilmişlerin  inançlı yumruğundan  anlamlı sözler:

1- Seni tüketen, önündeki tırmanılacak dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır.

2- Rüyalarınızı gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.

3- Hayal gücü olmayan insanın kanatları yoktur.

4- Aklım kesiyorsa ve yüreğim inanıyorsa, başarabilirim.

5- Dünyayı 20'sinde de 50'sinde de aynı gören adam, 30 yılını boşa harcamıştır.

6- Keşke insanlar herkesi, beni sevdikleri gibi sevselerdi. Dünya çok daha güzel bir yer olurdu.

7- Zevk mutluluk demek değildir. İnsanı takip eden gölgeden öte hiçbir önemi yoktur.

8- Ön yargı karanlıkta kalmış olmaktan kaynaklanır. Gün ışığı onu arındırır.

9-  Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım.

10- Sporda başarı çalışmaktan öte istemekle olur.

11- Şampiyonlar salonlardan çıkmaz. Şampiyonlar içlerinde tutku, hayal ve amaç olan insanlardan çıkar.

12- O kadar hızlıyım ki, odamda ışığı söndürmeye kalktığımda, ışık sönmeden oturduğum yere dönebiliyorum.

13-  Ben bir dövüşçüyüm. Göze göz karşılığa inanırım. Öteki yanağımı çevirmem. Karşılık vermeyen adama saygı duymam. Köpeğimi öldürürsen, kedini saklasan iyi edersin.

14- Bir şampiyon olmak için en iyi olduğuna inanmalısın. Öyle olmasan bile, öyle gibi davranmalısın.

15- Çalışmanın her saniyesinden nefret ediyordum fakat kendime hep "Dayan!" diyordum. Bugün çalışacağım ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım.

16- Ben Amerika'yım. Tanımadığınız yönüyüm onun. Alışın bana. Siyah, öz güvenli, kendinden emin... Benim adım bu, sizin değil. Benim dinim, sizin değil. Benim amaçlarım, sizin değil. Alışın bana.

17- Louisville’de insanlar hala pis zenci diye çağırılıp köpek muamelesi görüyorken ve en basit haklarından bile mahrumken benden üzerime bir üniforma geçirip 10000 mil ötedeki bir ülkede bomba atıp kurşun sıkmamı nasıl beklerler? Hayır, 10000 mil öteye gidip beyaz köle efendilerinin beyaz olmayan başka bir millet üzerine baskı kurmalarına, onları öldürmelerine, evlerini yakmalarına yardımcı olmayacağım. Gün böyle kötü işlerin sona ermesinin günüdür. Böyle bir tavır içinde bulunmanın bana milyonlarca dolara mal olacağını söylediler. Ama daha önce de söyledim ve yine söylüyorum. Benim halkımın gerçek düşmanı burada, Amerika’da. Kendi özgürlüğü, kendi adaleti ve eşitlik için savaşan o insanları köleleştirme de kullanılan bir maşa olmayacağım. Dinimi, halkımı ve kendimi küçük düşüremem. Eğer bu savaşın benim 22 milyonluk halkıma özgürlük ve eşitlik getireceğini düşünseydim kendim gidip orduya katılırdım. Kendi inandığım değerler için direniyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Beni hapse atacaklarmış, ne olmuş sanki? Zaten 400 yıldır hapisteyiz.

18- CNN muhabiri : Sn. Muhammed Ali, bu dehşetin meydana gelmesine sebep olan teröristlerle aynı dinin bir mensubu olarak neler hissediyorsunuz?
Muhammed Ali : Siz (!) Hitler ile aynı dini paylaşan bir mensup olarak neler hissediyorsanız aynısını."

19- Bir hayatımız var, yakında geçmişte kalacak; yalnızca Allah için yaptıklarımız sonsuza dek kalacak.


8 Haziran 2016 Çarşamba

Mimar Sinan'ın En Süslü Minareleri de Ağladı...

Tarih: 7/Haziran/ 2016... Saat: 08.40 sıraları... Yer: Vezneciler-İstanbul...

Çevik kuvvet aracına yönelik bomba yüklü araç ile düzenlenen  terörist saldırıda maalesef bu kez de 6'sı polis 11 insanımız hayatını kaybetti, yaralı sayısı ise 36... 

Yine hamasi nutuklar, yine malum sloganlar ve sözler...

Ve Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıklamasında " Sonunda şehit olan insandır, bunların bu yaptıkları insanlara karşıdır " demiş olsa da gözü dönmüş canilerin
bu seferki saldırısı maalesef Mimar Sinan'ın akıl almaz sırlarla dolu muhteşem eserlerinden biri ve İstanbul'daki başyapıtlarından olan Şehzade Camii'ne de hasar verdi.

Bu muhteşem eserin fotoğraflarını geçen yıl 24 Temmuz' çektiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Mimar Sinan'ın büyük bir tevazuyla 'çıraklık eserim' dediği cami adını, Kanuni Sultan Süleyman'ın 1543'te 22 yaşında ölen ve en sevdiği şehzadesi olarak bilinen Mehmed'den alıyor.

18 metreyi aşan kubbesi ve onu taşıyan 4 yarım kubbenin kusursuz uygulamasıyla sanat tarihinde çok önemli.
Kayıtlarda Sinan'ın en süslü minarelerini kullandığı cami olarak da yeri var.

Çiçek hastalığından öldüğü sanılan Şehzade Mehmed, şu an Şehzade külliyesinin caddeye bakan bölümündeki türbede, kuşağında "Firdevs edeb ya Mehmed / Ebedi cennet ya Mehmed" yazılı bir kubbenin altında yatıyor.

Kanuni Sultan Süleyman'ın caminin tamamlanmasının ardından kırk gün hiç ara vermeden 'şehzadelerin güzidesi' dediği oğlunun mezarına gidip dualar okuduğu ve mezarının başına bir taht koydurduğu rivayet edilir.

İstanbul'un fethinden 1 yüzyıl sonraya tarihlenen ve Fatih ve Bayezid camilerinden sonra Tarihi Yarımada'nın silüetini büyük ölçüde değiştiren cami, artık İstanbul'un mimari olarak da fethi; Bizans'tan çok bir Osmanlı kimliği kazanmasının da simgesidir.

Caminin Vezneciler yönündeki sebilinde Cumhuriyet döneminde 'kitap kiralandığı', o dönemler Fatih'te yaşayan çocukların Kerime Nadir'leri ilk o sebilden alıp okudukları biliniyor.

Şehzade Camii'ne ilişkin şahane bir rivayet de var. O da 1990'lı yıllarda caminin resterasyonunu üstlenen firmada çalışan bir inşaat mühendisinden... İşte o hikaye:
"Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık.

Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.

Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.” mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:

“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”

Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.

Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.

Mimar Sinan'ın  bu sorumluluğun zerresi bugün ülke yönetimini elinde bulunduranlarda olsa terörizmi çoktan bitirirlerdi ve dün anaların, babaların, eşlerin, sevgililerin yüreklerine yine ateş düşmez, çocuklar da yetim kalmazdı. 



21 Mayıs 2016 Cumartesi

Hayat bin Kays el-Harrani Hazretleri...

Peygamberler şehri Urfa'nın düzlüğündeki Harran Ovası'nı farklı kılan sadece  dünyanın ilk üniversitesinin burada olması ve bereketli topraklara sahip olması değil elbette.

İnsanlığı hayatı anlamaya davet eden, maneviyat önderlerinden, ariflerin ileri gelenlerinden, namını ise yaşadığı Harran'dan alan Hayat bin Kays el-Harranî Hazretleri bu farklılığın bir başka değeridir.

1100'lü yıllarda Harran'a yerleşen Harrani Hazretleri, burada insanlara yanmayı ve pişmeyi öğretmiş bir büyük evliyadır. 1185 yılında vefat edene kadar, gönül dergahına gelenler ilminin feyzinden istifade etmişlerdir.

Günümüzde de  manevi makamını ziyaret etmekte olan insanlar ruhsal yorgunluklarını, susuzluklarını bu rahmet deryasından manevi aşk iksiriyle gidermekte ve huzur bulmaktalar.

Hayat bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerametleri, açık ve meydanda bir zat idi. Allahü tealaya yakınlık derecesi bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakikat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerametleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakikatleri açıklayan sözleri çoktur.

O, her yönden ilim ve hal sahiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hal ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havale etmişler ve onun sayesinde nice kimse makam ve hal sahibi olmuştu.Sultan Nûreddîn Zengî ve Sultan Selahaddin-i Eyyubi de ziyaret ederdi.

Harran'da vefat edince, türbesi 1195 tarihinde, Harran surlarının kuzeybatı tarafında ve sur dışındaki mezarlığa inşa edilmiştir. Hz. İbrahim'in babası Azer (Tarah)'in de buraya defnedildiği söylenmektedir. Türbenin güneyine bitişik olarak camii bulunmaktadır.

Hayat bin Kays el-Harrani Hazretleri adına yapılan camiye giriş, doğu cephedeki taç kapıdan olmaktadır. Kapı üzerindeki kitabede: “Bu meşhed'in (türbe) Hayat İbn-u Kays'ın oğlu Ömer'in emri ve kız kardeşinin oğlunun eliyle 592/1195 tarihinde yaptırıldığı” yazılıdır.

Hayat el- Harrani hazretleri ölümünden sonra da tasarrufu devam eden 4 büyük evliyadan biri olarak kabul edilmektedir.







19 Mayıs 2016 Perşembe

Deniz Gezmiş'in Önderliğinde Samsun'dan Ankara'ya "Mustafa Kemal Yürüyüşü"

Tarih, 29 Ekim1968 yani Cumhuriyetimizin kuruluşunun 45. yıldönümü...

Dev­rim­ci Öğ­ren­ci Bir­li­ği (DÖB), An­ka­ra Üni­ver­si­te­si Ta­le­be Bir­li­ği (AÜTB), Tür­ki­ye Mil­li Genç­lik Teş­ki­la­tı (TMGT), Or­ta Do­ğu Tek­nik Üni­ver­si­te­si Öğ­ren­ci Bir­li­ği (OD­TÜ­ÖB) tem­sil­ci­le­ri or­tak­la­şa bir yü­rü­yüş için Ankara'da top­lan­ırlar.

Yü­rü­yüş Sam­su­n'­dan An­ka­ra'ya doğ­ru ya­pı­la­cak, 10 Ka­sı­m'­da Anıt­ka­bi­r'­de Ata'­nın hu­zu­ru­na çı­kı­la­rak son­lan­dı­rı­la­cak­tır, adına da
“Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yü­şü” kararı verilir.

Yürüyüşlerinin amacını yayınladıkları bildiride şöyle duyururlar: “1919'da baş­la­yan Mus­ta­fa Ke­mal dev­ri­mi ken­di­sin­den son­ra ge­len yö­ne­ti­ci­ler ta­ra­fın­dan ama­cın­dan sap­tı­rıl­mış, Cum­hu­ri­ye­t'­in bü­tün ku­rum­la­rı yoz­laş­tı­rıl­mış­tır. Bu­gün Tür­ki­ye­miz, dün­ya­da ilk an­ti-em­per­ya­list ve an­ti-ka­pi­ta­list dev­ri­mi ger­çek­leş­ti­ren Mus­ta­fa Ke­ma­l'­e rağ­men ya­ban­cı­la­rın des­tek­le­di­ği kar­şı dev­rim­ci­le­rin et­ki ala­nı­na gir­miş­tir. Biz Mus­ta­fa Ke­mal genç­li­ği ola­rak, sap­tı­rı­lan dev­ri­mi ra­yı­na oturt­ma­ya azim­li­yiz, ka­rar­lı­yız. Bu­gün baş­la­yan yü­rü­yü­şün ama­cı bu­dur.”

30 Ekim 1968 tarihinde  yü­rü­yü­şün baş­lan­gıç ye­ri olan Sam­su­n'­da Sa­at 13.30'da Ata­türk anı­tı­nın önün­de bir da­ki­ka­lık say­gı du­ru­şun­da bu­lun­up  İs­tik­lal Mar­şı­‘nın ar­dın­dan Türk Bay­ra­ğı'­nı aça­rak yo­la ko­yulur 24 yiğit dev­rim­ci genç…

Bir avuç­ken gün geç­tik­çe ka­la­ba­lık­la­şa­cak­ de­niz ola­cak­lardı.

Ne­şe­li, inanç­lı, başları dim­dik ve alınları aktı.

El­le­rin­de “Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yü­şü­” ya­zı­lı bez pan­kart var­dı.

20 ki­lo­met­re yü­rü­müş­ler­di ki, ön­le­ri ke­sil­di. 15 po­lis, ka­nun­suz yü­rü­yüş yap­tık­la­rı id­di­asıy­la genç­le­ri Sam­sun Em­ni­yet Mü­dür­lü­ğü'ne gö­tür­dü. Ha­kim kar­şı­sı­na çı­kan öğ­ren­ci­ler­den Boz­kurt Nu­hoğ­lu du­ruş­ma­da “Sa­yın yar­gı­cım, bu­ra­da bi­zi, 24 gen­ci de­ğil, Mus­ta­fa Ke­ma­l'­i, O'­nun il­ke­le­ri­ni yar­gı­lı­yor­su­nu­z” de­di.

Yar­gıç bu ka­rar­lı söz­ler kar­şı­sın­da elin­den ka­le­mi bı­ra­ka­rak, “Ne bu­gün, ne de bu­gün­den son­ra hiç­bir ha­kim, Mus­ta­fa Ke­ma­l'­i ve O'­nun il­ke­le­ri­ni yar­gı­la­ya­ma­z” de­di ve Mus­ta­fa Ke­mal Ata­tür­k'­e bağ­lı­lı­ğı­nı be­lirt­tik­ten son­ra du­ruş­ma­yı er­te­le­di.
Ser­best­ti­ler. Pes et­me­yip, tür­kü­ler­le marş­lar­la de­vam et­ti­ler yü­rü­yü­şe....

Yol­da en bü­yük des­te­ği öğ­ret­men­ler­den al­dı­lar. Köy­lü­ler da­ha yir­mi­li yaş­la­rın ba­şın­da­ki bu ay­dın­lık genç­le­ri ev­le­rin­de ağır­la­dı, er­zak yar­dı­mın­da bu­lun­du .

Gün geç­tik­çe 24 sa­yı­sı art­tı; baş­ta FKF ol­mak üze­re di­ğer genç­lik ör­güt­le­ri de yü­rü­yü­şe ka­tıl­ma­ya baş­la­dı.

Yü­rü­yüş tüm namusuyla de­vam et­tik­çe de­di­ko­du­lar da art­ma­ya baş­la­dı.
En vurucu palavraları “Yü­rü­yüş­çü­ler Anıt­ka­bi­r'­e gi­rer­ken bir grup ey­lem ko­ya­cak. Ey­lem ko­yan bu grup ta­ra­na­cak ve o ge­ce dar­be ola­cak!” iddasıydı.
Gü­nü­müz­de de ne ka­dar sık duyduğumuz  söz­ler değil mi?
Din­ci ba­sın da pro­vo­kas­yon için ça­ba­la­ya­cak, dö­ne­min Bu­gün  adlı ga­ze­te­sin­de şu sa­tır­lar ya­yın­la­na­cak­tı:
“Tür­ki­ye'de­ki ko­mü­nist­le­rin di­lin­de “111111” di­ye bir pa­ro­la do­laş­mak­ta­dır. Bu ne­dir? Şif­re­li laf­lar­dan an­la­yan­la­ra ba­kar­sa­nız bu­nun ma­na­sı 11'in­ci ayın 11'in­ci gü­nü, sa­at 11'de de­mek­tir ya­ni, bu ta­rih­te ha­re­ke­te ge­çe­cek­ler­dir. Da­ha ay­lar­dan ön­ce, bu Ka­sı­m'­da çok şey­ler ola­ca­ğı­nı her­kes söy­lü­yor­du. İş­te Ka­sım gel­di çat­tı. Ko­mü­nist­ler ser­best­çe teş­ki­lat­la­nı­yor, ser­best­çe pro­pa­gan­da ya­pıp, ser­best­çe ih­ti­la­le ha­zır­la­nı­yor­lar. Sa­yın Cum­hur­baş­ka­nı, Baş­ba­kan, Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı, İçiş­le­ri Ba­ka­nı ve Mil­li Gü­ven­lik Ku­ru­lu Ge­nel Sek­re­te­ri ve Mu­ha­le­fet li­der­le­ri… Mil­let göz­le­ri­ni siz­le­re dik­miş­tir. İp­le­ri Mos­ko­va'dan oy­na­tı­lan kı­zıl anar­şist­le­re kar­şı en sert ted­bir­le­rin alın­ma­sı­nı bek­li­yor.”

Bu­gü­nün kış­kır­tı­cı yan­daş­la­rı­nın kim­ler­den türediği al­dı­ğı bel­li de­ğil mi?

CHP Ge­nel Baş­ka­nı İs­met İnö­nü ise, “Genç­le­rin, de­mok­ra­si düş­man­la­rı­na fır­sat ve­re­bi­le­cek her tür­lü dav­ra­nış­tan ka­çın­ma­la­rı­nı­” is­te­di.

Tür­ki­ye ne­fe­si­ni tut­muş yü­rü­yü­şü ta­kip edi­yor­du…

Din­ci yo­baz­la­rın, ge­ri­ci­le­rin yü­rü­yüş­te­ki genç­le­re sal­dı­ra­ca­ğı, Anıt­ka­bi­r'­de olay­lar çı­ka­ra­ca­ğı ko­nu­şu­lu­yor­du.

An­ka­ra'ya var­ma­ya çok az kal­mıştı…

İnö­nü'nün sert çı­kı­şı ve pro­vo­kas­yon ya­pı­la­ca­ğı id­di­ala­rı üze­ri­ne TMGT, AÜTB ve AYOTB yü­rü­yüş­ten çe­kil­me ka­ra­rı al­dı.

Bir ta­şın üze­ri­ne çı­kan De­niz Gez­miş tep­ki­si­ni şöy­le di­le ge­tir­di:
“Kü­çük bur­ju­va dev­rim­ci­le­riy­le, kü­çük bur­ju­va re­for­mist­le­riy­le hiç­bir za­man, hiç­bir ey­lem­de bun­dan son­ra be­ra­ber ol­ma­ya­ca­ğı­mı­za; em­per­ya­liz­me, em­per­ya­liz­min yer­li iş­bir­lik­çi­le­ri­ne kar­şı sa­vaş­tı­ğı­mız gi­bi bun­dan son­ra da kü­çük bur­ju­va dev­rim­ci­le­ri­ne, re­for­mist­le­ri­ne kar­şı sa­va­şa­ca­ğı­mı­za ant içe­riz.”

Tüm bu olum­suz ge­liş­me­ler so­nun­da An­ka­ra'nın gi­ri­şin­de Ka­ya­ş‘­ta  yü­rü­yüş son­lan­dı­rma kararı alındı ama Anıt­ka­bi­r'­e git­mek­ten vaz­geç­me­di­ler.

10 Ka­sım 1968'de sa­at 13.30'da, yan­la­rın­da ge­tir­dik­le­ri çe­lenk­le Ata'­nın hu­zu­run­da bu­luş­tu­lar.
Anıt­ka­bir özel def­te­ri­ne şun­la­rı yaz­dı­lar:
“Bü­yük Ön­der, Ame­ri­kan em­per­ya­liz­mi­ne kar­şı ikin­ci Mil­li Kur­tu­luş Sa­va­şı­mız'da izin­de­yiz. Mil­li Kur­tu­luş Sa­va­şı­mız yok edi­le­mez. Onu yok et­mek için bü­tün Türk Mil­le­ti'­ni yok et­mek ge­re­kir. Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yüş­çü­le­ri­”

Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyetimizi emanet ettiği gençlerimizin1968'de Samsun'dan başlattığı “Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yü­şü”  hala sürüyor mu?

Ne  dersiniz?



16 Mayıs 2016 Pazartesi

Kırkikindi Yağmurları...

Kırkikindi yağmurlarının tam zamanı, hele de İç Anadolu'da... Dün gece İstanbul'un kirini, pasını, günahlarını yıkıyormuşçasına yağan yağmur bana Kırkindi yağmurlarını anımsattı.

Kırkikindi, Anadolu'da  yaz ve kış başlarında genelde öğleden sonra, ikindi saatlerinde görülen alışılagelmiş yağışlara halk arasında verilen isimdir. Bu yağışlara, genelde ikindi vakti başladığı ve 40 gün yağdığına inanıldığı için kırk gün, ikindi vakti yağan yağışlar anlamında Kırkikindi yağışları denmiştir. Lakin, 40 gün sürmelerinin bilimsel bir dayanağı yoktur..

Gün boyu  altında külhan yanıyor gibi  ısındıkça ısınmıştı İstanbul dün... İkindide  değil ama gece; şimşek, gökgürültüsü, sağanak halinde boşalan yağmurun İstanbul'u pir ü pak etmesi mümkün değildi ama sonrasında verdiği serinlikle rahat bir uyku uyuttu hele de buna en çok ihtiyacı olanlara...

Kırkikindi yağmurlarına  memur ıslatan yağmurları da denmesi memurların tam iş çıkışı yağıp onları duraklarına ya da evlerine kadar sırılsıklam ettiği için.

Ben "ahmak ıslatan yağmurunda" ıslanmaktansa böyle şar diyeee boşalan yağmurda ıslanmayı tercih ederim. sonrasında çıkacak  gökkuşağının altına doğru yürüyerek kurumanın keyfi de bir başka olacaktır çünkü...

Bazen  ruhumuzda hissederiz, bir başka deyişle biz kendimiz oluruz Kırkikindi yağmuru Necati Cumalı'nın mısralarındaki gibi...

Kırkikindi Yağmurları

Sabahları aşık değilim dedim
Hakikaten de öyleyimdir
Her sabah rahat, neşeli olurum
Hatta sesime bakmadan türkü söylerim

Herkes gibi işime giderim ben de
Çalışmak sanki özlediğim bir şeydir
Sonra yavaş yavaş o aklıma gelir
Havam bulutlanır gitgide
Peşinden koşmaktan yorgun düşerim

Çekilmez olur artık şehir
Bilirim şimdi kırlarda
Bir hayvan sakince suya eğilmiştir
Trenler geçip giderken küçük kuşlar
Durmadan yer değiştirir telgraf tellerinde

Gitsem gezinsem derim limanda
Rıhtım kahvelerinden birinde otursam
Bir şey içsem ve dönsem
Değiştirsem elbisemi,
Yahut uzanıp saatlerce uyusam
Belki bu dertten kurtulurum
Derim ama akşam olur
Gene kapına düşer yolum.

  

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Marko Paşa'dan "Türkiye Tıp Akademisi'ne..."

Marko Paşa'nın kim olduğunu  bilmeyen çoktur. Lakin haksızlığa, adaletsizliğe karşı yakınmayı dinleyecek kimsenin olmadığını vurgulamak için söylenen "Anlat derdini Marko Paşa'ya" deyimini bilmeyen hemen hemen yok gibidir.

Asıl adı Marko Apostolidis olan Marko Paşa 1814’te doğmuş. Sakızlı bir Rum olan Marko Paşa, 1861'de Sultan Abdülaziz Han’ın hekimbaşılığına getirilmiş. Kırımlı Aziz Bey'le birlikte Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nin (Türkiye Kızılay Derneği) kurulmasına katkıda bulunmuş. 5 Aralık 1888 tarihinde Burgaz Adasında ölen Marko Paşa'nın mezarı Kuzguncuk Rum Ortodoks Kabristanı'nda...  Çok sabırlı bir hekimmiş. Hastalarını uzun uzun sabırla dinler, dertlerine tıbbi yönden yardımcı olmakla birlikte, onlara manevi huzur ve rahatlık vermeye de özen gösterirmiş.

 Marko Paşa'yı konu etmemin sebebi toplumun geniş kesimi olarak derdimizi anlatacak bir Marko Paşa'ya olan ihtiyacımız olduğu kadar 1867'den beri  Ülkemize ve Türk Tıbbına  büyük katkıları olmuş ve halen de katkıları devam eden Türkiye Tıp Akademisi' ne (o yıllardaki adıyla Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye) 1871'den vefatına kadar başkanlık etmiş olması.

Günümüzün Türkiye Tıp Akademisi Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı çok değerli büyüğüm  Prof. Dr. Sayın Ertuğrul Göksoy'un davetlisi olarak 27 Nisan 2016 Çarşamba günü  Türkiye Tıp Akademisi ve İstanbul Üniversitesi  Cerrahpaşa Tıp Fakültesi  Genel Cerrahi Ana Bilim  Dalı'nın MESEM Salonundaki Ortak Toplantısı'nda muhterem hekimlerimizle birlikte bulunmanın  onurunu yaşadım, Türk tıbbının unutulmuş ve bilinmeyen yiğit mücadelelerini öğrenmekten ziyadesiyle memnun oldum.

Akademi'nin yanında aynı zamanda 107. yılında olan  Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi  Kliniği Başkanı  Prof. Dr. Ertuğrul Göksoy, Fakülte'nin Dekanı Prof. Dr. Alaattin Duran ile Prof. Dr. Ayten Altıntaş, Prof. Dr. Sabriye Demirci, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Prof. Dr. Bülent Berkarda, ve Prof. Dr. Erol Düren'in  konuşmaları sayesinde dağarcığıma yeni bilgi  ve kültür zenginlikleri kattım.

Toplantının ev sahibi olan Prof. Dr. Sayın Göksoy'un, açılış konuşmasından sonra yaptığı "Tıp Akademisi'nin Ufku ve Amaçları", "Türkçe Cerrahi Kitapları ve Müderris Dr. Saadettin Koçer. Türk Cerrahisinin ve tıbbının Unutulanları" ve  "Türkiye Tıp Akademisi'nin Kuruluşundan Günümüze Başkanları ve Prof. Dr. Kemal Önen" başlıklı  sunumlu konuşmalarında Türk tıbbının vardığı bugününe nasıl bir mücadele  ve emekle gelmiş olduğunu tarihi bilgi ve belgeleriyle ortaya koyarken zaman su gibi akıp geçti. Halkımıza şifa vermek için gecesini gündüzüne katmış  tüm hekimlerimizi saygıyla selamlıyor, vefat etmiş olanlara rahmet diliyorum.

Türkiye Tıp Akademisi 1867'de başlayıp 149 yıla ulaşan geçmişiyle  ülkemizin ilk tıp derneklerinden ve İçişleri Bakanlığı kayıtlarına göre günümüzde Türk tarihinde faaliyet gösteren 4 numaralı dernektir.

Toplantının konusu  "Türkiye Tıp Akademisinin Türk Tıbbına Katkıları" idi...
1857'de ülkedeki yabancı hekimler tarafından  Sultan Abdülmecid'in izniyle kurulmuş olan "Societe de Medecine de Constantinople - Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane"  daha sonra Türk Tıp Cemiyeti adını almış ve dernek halen  Türk Tıp Derneği olarak faaliyetini sürdürmektedir.

Fransızca yapılan tıp eğitiminden, Fransızca  tıp kitaplarından ve Fransızca yapılan toplantılardan  Türkçe tıp sözlüğüne, Türkçe tıp kitaplarına, Türkçe tıp eğitimine geçilirken bunu amaçlayanların Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Nazırı ve Hekimbaşı Salih Efendinin öncülüğünde verdikleri şanlı bir mücadele var ki bu direniş eğitim tarihimiz için de bir destandır...

2 Ocak 1867'de ilk olarak Türkçe eğitim yapan  Mülki Tıbbiyesi kurulmuş, 3 Mart 1867'de Sultan Abdülaziz'in tasdik etmesiyle günümüzdeki ismi Türkiye Tıp Akademisi olan  " Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye" kurulmuştur. Uzun yıllar boyunca  Türkçe tıp kitaplarının basımını ve Türkçe tıp sözlüklerinin yazılması  ve dağıtımını bu çatı altındaki inançlı kadrolar sağlamıştır.

1923'de Cumhuriyetin ilanından sonra dernek "Türkiye Tıp Encümeni" adını almış ve ilkinde  Atatürk'ün de  bizzat katıldığı "Milli Türk Tıp Kongreleri" düzenleme görevini üstlenmiştir. Bu kongrelerin konuları toplumu geniş çapta ilgilendiren sıtma, tüberküloz, trahom gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadeleyi ve hekimlerin bilgilenmesini sağlayan sağlık politikaları olmuştur. Dernek ayrıca milli raporların olduğu kongre kitapları ve  arşiv niteliğinde dergiler çıkarmıştır.

1968'de   "Türkiye Tıp Akademisi" adını alan dernek,  2000 yılına kadar ülkemizin değişik şehirlerinde Milli-Ulusal  Kongreler düzenlemiş,  sonraları daha çok genel sağlık sorunları, tıp eğitimi ve tıp etiği üzerine yoğunlaşmıştır. Türkiye Tıp Akademisi, esas amacı olan "Halka sağlık açısından faydalı olmak" hedefinden  149 yıldır asla uzaklaşmamıştır.

Fotoğraflar:
Başkan Prof.Dr.Ertuğrul Göksoy
Eski Başkan Prof.Dr.Sabriye Demirci'ye teşekkür belgesi verilmesi
Eski Başkanlardan Prof.Dr.Kemal Önen (1923-2015) oğlu, kızı ve gelini ile birlikte
Eski Başkan Prof.Dr. Hüsrev Hatemi'ye  teşekkür belgesi verilmesi
Eski Başkan Prof.Dr.Nazif Bağrıaçık adına  teşekkür belgesinin Nazif Hocanın kızı, Kemal Önen'in gelini Sevil Bağrıaçık Önen' verilmesi  


1 Mayıs 2016 Pazar

İLK "1 MAYIS" ŞİİRİ....

Ülkemizde ilk 1 Mayıs şiirini yazmış olan şaire Yaşar Nezihe hanımın acılarla dolu hayatını, bu hayata yılmayıp direnmiş kişiliğini ve eserlerini değerlendirişini sizlerle (Edebiyatımızdan Damlalar..."KENDİ GELEN" ya da YAŞAR NEZİHE HANIM... ) başlığıyla 19 Şubat 2015'de sayfamda paylaşmıştım.
“İlk kadın işçi şair” “İlk sosyalist kadın şair” şeklinde isimlendirmeler, Yaşar Nezihe’nin toplumsal olaylara duyarlılığının popüler tanımlarıdır. Türkiye ve sosyalizm konulu araştırmaların çoğunda yer almasına sebep sosyalist içerikli olduğu ileri sürülmüş dört şiiri ve komünizm suçlaması ile tutuklanmış olmasıdır. Yaşar Nezihe Bükülmez, işçi grevine destek verici nitelikteki “1 Mayıs” adlı şiirini Mayıs 1923’te yayınlar.

1 MAYIS

Ey işçi…
bugün hür yaşamak hakkı seninken
patronlar o hakkı senin almışlar elinden.

sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?

rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.

zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.

sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Ey işçi…
mayıs birde bu birleşme gününde
bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…

baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz

patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin.

dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.

herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…

birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.

sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
sen olmasan etmezdi teali medeniyet.


boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

14 Nisan 2016 Perşembe

Bağlanmayacaksın

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.

Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.

İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.

Ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...


Can Yücel

5 Nisan 2016 Salı

KIRLANGICIN ÖMRÜ ve ADALETİ...

O hikayedir ki kırlangıcın biri saçları sırma,  teni  ab-ı hayat, gözleri cennet yeşili bir kızın penceresine konmuş ve periler güzeli bu kıza aşık olmuş.

Lakin kız, kırlangıcın sevda şarkılarının hiçbirine aldırış etmemiş  ve  ona penceresini  asla açmamış.

Günler haftalar geçmiş... Yapraklar sararmaya, havalar soğumaya başlamış. Kalbi kırık kırlangıç bükmüş gagasını mecbur ve kış gelmeden sıcak diyarlara doğru uçmuş, gitmiş.

Derken bizim  kızı basmış bir pişmanlık, kırlangıca yaptığı haksızlıktan utanmış.

Kendi yalnız kalbini teselli etmiş: "Sıcaklar başlayınca gelir kırlangıcım, onu alır içeri ömrümü paylaşırım" demiş.

İlk kırlangıç sürüsü belirince uzaktan, kızın kalbi neredeyse duracakmış heyecandan.

Açmış sonuna kadar bütün pencereleri...

Amaaaa heyhat...

Üzüntüsüyle  başbaşa kalmış  ve hatta beklemiş bile  geceleri.

Sonbahar yapraklarının  süzülüşleri  görülürken pencereden, yüreğine sevda koru düşmüş  kız derman dilemiş beli bükülmüş bir nineden...

"Dönseydi geri ,canım olacaktı evi, niçin dönmedi geri" diye  gözyaşı dökmüş, ninenin de  gözünden iki damla yaş düşmüş ;
"Aaa kızım, keşke bağrına basabilseydin bu asil  seven gönlü, çünkü 8 aydır bir kırlangıcın bütün ömrü" demiş.

Baş örtüsüyle gözünü silip devam etmiş:   "Keşke  kırlangıcın küçük bedenindeki  o büyük aşkına cevap verebilseydin... 
Çünkü kırlangıçlar Adaletlidir; anne baba başları yuvadan dışarıda ağızları açık yavrularına yem getirirken birbirlerini hiç görmeseler de sırayı şaşırmaz öyle beslerler yavrularını. 
Çünkü kırlangıçlar cesaretlidir; yuvalarına yaklaşan başta kedi olmak üzere her türlü melaneti defederler. 
Çünkü kırlangıçlar akıllıdır; Baharda  döndüklerinde yuvalarına ulaşmalarına mani olan engellerin kaldırılması için malikleri adeta uyarırlar. 
Çünkü kırlangıçlar habercidir; Her gün kullandıkları misal su kaynaklarında kesinti var ise  yaygarayı koparırlar. 
Çünkü kırlangıçlar kalitelidir; Yaptıkları yuvalar yıllarca kullanılır.
Çünkü kırlangıçlar sayfiyecidir; Yazın sıcak yerlere öç ederler. 
Çünkü kırlangıçlar farklıdır: Onların gagalarıyla çamur sıvayarak yaptığı yuvayı hiç bir kuş yapamaz. Çünkü kırlangıçlar hızlıdır; İstediği zerreyi havada yakalar. 
Çünkü kırlangıçlar çalışkandır.; Asla bir yerlerde tünedikleri görülmez. Yuvasına düşkündür, ömrünün sonuna kadar yuvasına bağlıdır... O kadar kilometre sonra yine yuvasına döner" demiş nine.

Ve yüzünü iki avucunun içine alıp teselli ettiği kıza o  sözünü tekrar söylemiş:

"Keşke bağrına basabilseydin o asil seven gönlü, çünkü 8 aydır bir kırlangıcın bütün ömrü. "

Zaman şimdilerde kırlangıçların yuvalarına dönüş zamanıdır.Eğer yanınızda yakınınızda yuvaları varsa benden de selam edin onlara... Benim  Assos Ayvacık Sokakağzı'ndaki kırlangıclarımı ziyarete daha vakit var...

Fotoğraf:Adil Ünür



1 Nisan 2016 Cuma

LALE VE ALLAH KELİMELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ...

İstanbul'da lale zamanı.  Duruşları ve renkleriyle insanın iç dünyasın huzur veren laleler, Gülhane Parkı'nda güzelliklerini seyre dalmışken elimden tutup  beni manevi  dünyalarına götürdüler...  

Arap harfleriyle lale yazılışının "Allah" lafzıyla aynı harflerden meydana geldiğini gördüm... 
Her ikisinin de ebced hesabıyla karşılığı 66 olan bu iki kelimenin sayı değerlerinin artık o kelimelerin simgesi durumuna geldiğini öğrendim... Allah kelimesinin ilk harfi olan elifle lâlenin tek dallı bir çiçek olmasına nasıl da imrendim.

Lalelerde gördüğüm öğrendiğim başka  hikmetleri de sıralayayım  dilim döndüğünce;
Arap harfleriyle yazılmış lalenin tersten okunuşu hilal,  hilal ise İslamiyet’i simgeleyen bir sembol... Lale soğanı dallanmayıp sadece bir sap ve bir çiçek verdiği için lale tevhid inancının sembolü olarak görülmüş. Üstelik "Kelime-i tevhid"in  yani "La İlahe İllallah, Muhammedün Resulullah" ın ilk harfi de, lâlenin ilk harfi de "lam."

Lalenin  kömür gibi kara içi dıştan görünmez. Dışı ise bilindiği gibi içinin tam tersine parlak, canlı ve ruha sekinet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hali tıpkı "bağrı yanık bir dervişin mütebessim nur haleli yüzüne" benzetiliyor.

Lalelerin hepsinde bulunan renkli altı yaprak  "imanın altı nurunun libasına bürünen dervişin iman ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının simgesidir" deniyor.

Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim'in (aynı zamanda Fatiha suresinin) altıncı ayeti de "Bizi dosdoğru yola (Sırat-ı Müstakim'e) ilet" ayet-i kerimesidir. Bu ayet aynı zamanda bir dua vasfı taşımakta...

Lalenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması size de tıpkı bir dervişin dua edişindeki edayı andırmıyor mu?...

Dualarınız kabul olsun, yüreğiniz lale ferahlığıyla dolsun.

Selam ve saygılarımla...

Fotoğraf: Adil ÜNÜR